Çöken Batı güvenceleri ve Körfez’in yeni güvenlik algısı: İbre İran’dan İsrail’e mi dönüyor?

Mardin Artuklu Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı Doç. Dr. Necmettin Acar, İsrail’in Doha saldırısını ve bunun Körfez ülkelerinin güvenlik anlayışında yaratabileceği dönüşümleri AA Analiz için kaleme aldı.

***

İsrail’in dün Katar’ın başkenti Doha’da gerçekleştirdiği saldırılar, sadece Hamas’ın ateşkes müzakerelerini yürüten lider kadrosunu hedef almakla kalmadı, aynı zamanda bölgesel güvenlik dengelerini de ciddi şekilde sarstı. Çok sayıda İsrail uçağının katıldığı operasyon sırasında Ürdün, Irak ve Suudi Arabistan hava sahalarının kullanılması ve İsrail uçaklarına ABD ile İngiltere tarafından havada yakıt ikmali sağlanması, bölgenin güvenlik mimarisine ilişkin kritik dönüm noktası olarak yorumlanmalıdır.

Bugüne kadar Körfez ülkeleri daha çok İran merkezli tehditlere odaklanmışken, Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi (KİK) üyesi bir ülkenin doğrudan hedef alınması, Körfez ülkelerinin güvenlik algısını kökten değiştirebilecek bir gelişme. Bu saldırıyla Körfez’in güvenlik yapılanmasının sadece İran tehdit algısına dayalı olduğu ve Batı’nın uzun yıllardır verdiği güvenlik garantilerinin işlevsizleşebileceği bir kez daha ortaya çıktı. Bu saldırı İsrail’in uzun yıllardır bölgesel güvenlik için doğrudan ve gerçek bir tehdit teşkil ettiğini daha görünür hale getirmiş oldu.

Körfez’in sübjektif/algısal güvenlik yaklaşımı

Güvenlik çalışmaları literatüründe güvensizlik algısını açıklamak için iki temel kavram kullanılır; “objektif/olgusal güvenlik” ve “sübjektif/algısal güvenlik.” Objektif güvenlik, adından da anlaşılacağı üzere somut ve gerçekten var olan bir güvenlik tehdidinden emin olmayı ifade ederken, sübjektif güvenlik ise gerçekte var olmayan algılar üzerinde inşa edilen bir tehditten emin olmaya işaret eder. Yani güvensizlik ya algısı var olan gerçek bir tehditten ya da var olmayan fakat algılar üzerinden inşa edilen bir tehditten kaynaklanır.

Orta Doğu‘da özellikle de Körfez bölgesinde son dönemde yaşanan gelişmeler, güvenlik çalışmaları literatüründe kullanılan bu iki kavramın anlaşılması açısından önemli ve somut örneklik teşkil ediyor. Çünkü uzun yıllardır çoğunlukla sübjektif/algısal bir tehdide (İran) odaklanarak olgusal/objektif bir tehdidi (İsrail) görmezden gelen Körfez ülkelerinin sübjektif/algısal tehdit algısına dayalı güvenlik anlayışı, İsrail’in Doha saldırısıyla büyük sınav verdi.

2019 yılında Polonya’nın başkenti Varşova’da Körfez ve İsrail Dışişleri Bakanları’nın da katıldığı “Ortadoğu’da Barış ve Güvenlik Konferansı”nda Bahreyn Dışişleri Bakanı Şeyh Halid bin Ahmed bin Muhammed Al Halife, yaptığı konuşmayla Körfez ülkelerinin güvenlik algısını şu şekilde net olarak ortaya koymuştu: “Çocukluğumuzdan beri İsrail-Filistin ihtilafının en önemli sorun olduğunu, öyle ya da böyle bunun çözülmesi gerektiğini dillendiriyoruz ancak geldiğimiz noktada çok büyük bir meydan okumayla karşı karşıya olduğumuzu gördük. O da modern tarihimizin en tehlikeli meydan okuması olan İran İslam Cumhuriyeti’dir. Dolayısıyla halihazırda İran tehdidiyle mücadele Filistin davasından daha önemlidir.”

Algısal tehditten olgusal tehdide Körfez güvenliği

İsrail’in dün Doha’da gerçekleştirdiği saldırılar, Orta Doğu‘nun ve özellikle de Körfez’in karşı karşıya bulunduğu gerçek tehdidi en açık biçimde gözler önüne seren bir gelişme olarak değerlendirilmelidir. Uzun yıllar Batılı güvenlik garantilerine dayanan, İran’ı temel tehdit olarak konumlandıran, Batı ile ve Batı’nın bölgedeki asli müttefiki İsrail ile normalleşme sürecine giren ve hatta İsrail’in bölgesel düzen vizyonunu benimseyen Körfez ülkeleri, bu saldırının ardından derin hayal kırıklığı yaşadı.

Başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerin askeri, diplomatik ve ekonomik desteğini arkasına alan İsrail, en modern silah sistemleriyle donatıldı, uluslararası hukukun kısıtlamalarından büyük ölçüde muaf tutulan ülke bu avantajlarla 7 Ekim’den bugüne bölgede “önleyici müdahale” stratejisi adı altında yayılmacı bir siyaset izliyor. Son dönemde Orta Doğu coğrafyası, İsrail’in güvenlik kaygıları doğrultusunda sürekli bir “operasyon sahasına” dönüşmüş durumda.

İsrail’in tüm bölgeyi bir “operasyon sahasına” dönüştürme stratejisi, Doha saldırısıyla yeni aşamaya geçti. İsrail’in bu saldırısı, bir yandan içerde meşruiyet sorunları yaşayan, diğer yandan zengin enerji kaynaklarına sahip olmalarına rağmen dışarıdan yönelen askeri tehditler karşısında caydırıcı kapasite geliştiremeyen Körfez monarşilerinin, objektif/olgusal bir tehdit karşısında ne kadar kırılgan olduğunu ortaya koyması açısından son derece önemli gelişmedir. Bu saldırının Körfez ülkeleri üzerinde yaratacağı etkiler birkaç boyutta görülebilir.

İlk olarak İsrail’in Doha saldırısı bölge ülkelerinin güvenlik algısında köklü değişime yol açacaktır. Körfez’in güvenlik anlayışı uzun süre İran merkezli tehdit algısına dayanıyordu. İsrail’in operasyonları, bölge güvenliği açısından bu algının artık geçerli olmadığını ortaya koydu.

İkinci olarak bu saldırı bölge ülkelerinin Batıya olan bağımlılıklarını daha yoğun şekilde sorgulamalarına yol açacaktır. Batılı ülkelerin İsrail’e sağladığı sınırsız destek ve İsrail’in sınırsız saldırganlığı karşısında Batılı güvenlik garantilerinin işlevsizliği Körfez-Batı işbirliğinde derin krize işaret ediyor.

Üçüncü olarak bu saldırı bölge ülkelerinin alternatif güvenlik arayışlarını hızlandıracaktır. Körfez ülkeleri, uzun yıllardır KİK içinde daha güçlü bir savunma mekanizması kurmayı ve ittifakı NATO benzeri bölgesel savunma örgütüne dönüştürmeyi zaten düşünüyorlardı. İçerideki bu kapasitenin harekete geçirilmesine ilaveten Türkiye gibi bölgesel bir güç ile Çin ve Rusya gibi aktörlerin bölge güvenlik mimarisindeki rolleri artacaktır.

Son olarak saldırının Körfez kamuoyunda yarattığı hayal kırıklığı, monarşilerin iç meşruiyetini zorlayacak ve rejimlerin toplumsal meşruiyet tabanlarını aşındıracaktır. Son 10 yılda bölge genelinde genç “prensler” liderliğinde gerçekleştirilmeye çalışılan köklü dönüşüm projelerine olan toplumsal desteğin azalacağını ve bölgesel kalkınmanın bu süreçte zarar göreceğini öngörmek mümkün.

İsrail’in kendi yayılmacı siyaseti doğrultusunda tüm Orta Doğu bölgesini “operasyon sahasına” dönüştürmesi, bugüne kadar İran’a ve vekillerine yönelik saldırılar olarak çerçevelendi ve Körfez ülkeleri gibi Batı ile iyi ilişkileri olan aktörler nezdinde zımnen onaylandı. Ancak dün Doha’da ateşkes müzakerelerini gerçekleştiren Hamas heyetine yönelik saldırlar, Körfez ülkeleri için sadece askeri değil, diplomatik, ekonomik ve iç siyasi düzeylerde de köklü güvenlik dönüşümünü zorunlu kılacaktır. İsrail’in çatışmayı bu aşamaya taşıması yakın gelecekte Ürdün, Mısır ve Suudi Arabistan topraklarına yönelik de “terörle mücadele” operasyonlarına kapı aralamış durumda. Dolayısıyla İsrail’in Doha saldırısı, Körfez’in güvenlik algısını ve bölge güvenlik mimarisini yeniden düşünme çağrısıdır.

[Doç. Dr. Necmettin Acar, Mardin Artuklu Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanıdır.]

Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editoryal politikasını yansıtmayabilir.